top of page

Hüseyin Rahmi Gürpınar

1889_HRG_SIK_9786059111270.gif

1888

Şık

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ilk romanı olan Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinin 23 Şubat 1888 tarihli 2916. sayısından itibaren tefrika edilerek yayınlanmıştı.

“Konuşmalarınıza o yabancı lakırdılarını sırf bilginizi göstermek için katıyorsanız, iyi biliniz ki bu çeşit bilgi göstermenin ipliği çoktan pazara çıktı. Ben öyle kimseler tanırım ki, Türkçe isteklerini anlatmada yan sözleri Fransızca olduğu halde iki satır Fransızcayı Türkçeye çevirmekten acizdirler. Ben Avrupa dillerine karşı Türkçenin mükemmelliğini iddia etmiyorum. Ama siz, hangi şeyi kaleme almaya kalktınız da Türkçenin yetersizliği yüzünden vaz geçmek zorunda kaldınız? Avrupa davranışlarına yeltenmek yalnız öyle tırnak uzatmak, Türkçeyi beğenmemekle olmaz.”

Google
Amazon
HRG_Iffet_9786059111065.gif

1896

İffet

İffet, Gürpınar'ın 1896'da yayınlanan ve Emile Zola'nın kaleminden çıkan türden gerçekçiliğin çok popüler olduğu o dönemde, gerçekçilikten uzak oluşuna dair yapılan eleştirilere cevap olarak yazdığı bir roman. 30 yıl aradan sonra 1927'de yapılan ikinci baskısının önsözü ise, Türkiye'nin en eski "korsan karşıtı manifestosu" olarak kabul edilebilir.

"Bu roman kanunsuz olarak çok defalar basıldı. Bu memlekette öyle çağlar yaşadık ki dimağımızın bütün yeteneğiyle, çabasıyla candan çalışarak ortaya koyduğunuz eseri gözünüzün önüne basarlar, satarlardı. Bir şey yapamazdınız. Davaya kalksanız siz haksız çıkardınız. Çünkü kitap yazmak cinayetlerin en büyüğü idi. Yazar her yerde hor görülür ve ezilirdi. Yalnız onun aleyhine çıkan sözler dinlenirdi.
Iffet, birçok hırsızlarına altın para altı yüz liradan çok kazandırmış; yazar, eserin tefrika edildiği gazeteden ancak sekiz yüz elli kuruş kalem ücreti almıştır.
Çalanlar da, en «meşru» haklarından yoksun kalanlar da hep bir karış toprağa doğru yürüyoruz. Günah sevap, haram helâl her şey iğrenç cesetle birlikte örtülüyor. Dünyada hırsızlığın türlü biçimlerine derece bulunamıyacağı gibi ahrette de mezara götürdüğümüz kalıbı ne ile beslemiş olduğumuzun sorulacağını sanamam.
Kaptırılmış bir haktan, bunca yıl sonra, söz etmek büyük bir saflıktır. Biliyorum. Lâkin bu son baskısı dolayısiyle hikâyemin de hikâyesinden dert yanmak için hırçınlanan kalemimi durduramadım. Olup bitenleri açıklamaya kalkıssam "İffet"ten daha acıklı bir hikâye olur. O zamanın çapulcularına değin pek acı anıları bunaltıcı bir gıcıkla işte yine yutuyorum.
Iffet'in birinci önsözünün altında 5 mayıs 1312 (8 mayıs 1896) tarihini okuyorum. O zamanın kundağa sarılı bebekleri bugün erişkinlik çağına girmiş bulunuyorlar. Ne hızlı bir fırıldağın üzerinde dönüyoruz? Sonsuzluğun bağrında bu ne uçustur! Bu dönüşü duymadan, mantar kesilen her ağaç gibi, yıpranıyoruz. Nerden geldiğimizi bilmiyoruz. Fakat nereye gittiğimizi söylemeye hacet yok."

Google
Amazon
HRG_Nimetsinas_9786059111126.png

1901

Nimetşinas

Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan bir "insan beşer, elbet şaşar" romanı...

“Nihat Bey, dairesinde bin beş yüz kuruş aylıklı bir kâtipti. Evin giderlerinin hemen bütününü kaynanası Didar Hanım öderdi. Bey'in aylığı kendine cep harçlığı kalırdı. Nihat'ın kaynanasına saygısı, eşine sevgisi pek çoktu. Talât Hanım da kocasını niteliksiz aşırı bir sevgi ile severdi. Fakat bu aşırı sevgisini açığa vurmak istemez; içine sindirerek susar, öyle boş kıskançlıklar, yersiz densizliklerle ne kendini üzer, ne de kocasını tedirgin ederdi. Kocasının kendi malı olduğuna, onu başka bir kadının elde edemeyeceğine sarsılmaz inancı vardı. Dünyadaki kadınların en güzelleri ayaklarına kapanarak Nihat'a tutkunluklarını söyleseler hiç birinin isteğine eremeyeceğini bilirdi. Çünkü kocası nasıl etmiş etmiş, Talât'ı böylece kandırmayı başarmıştı. Beş yıla varan evlilikleri süresince Nihat'ın henüz bir yalanını tutmamıştı. Evine baktıkça Nihat'ın gözlerinden şefkat, sevgi, bağlılık sanki birer iç coşkunluğuyle akardı. Ya da Talât'a öyle görünürdü. Onun gözbebeklerinde Talât'a karşı öyle bir içtenlik anlamı saklıydı ki, öyle bir mıknatıs çekiciliği vardı ki karısı ne vakit bu tutkun, bu çekici bakışlarla karşılaşsa onların etkisini yüreğinin derinliklerinde duyar; o bakışların büyüsüyle baştan ayağa sarsılır “işte kocam beni seviyor” diye mutluluğunu kendi kendine kutlardı.
Nihat Bey, yuvasının kutsallığına saygı olan kocalardandı. Eşini, gece gündüz, ondan başka bir kadın sevebilmek yeteneğinden yoksun bulunduğuna inandırmaya uğraşmaktan geri kalmamakla birlikte arada kaçamaklarda bulunurdu. Talât Hanım, kocasına kesinkes güvendikçe; o, bir şey sezmedikçe, bir şeyden kuşkulanmadıkça Nihat, bu yaptıklarının büyük bir cinayet sayılamayacağı kanısında idi.
Aile arasında bu gibi maceralar eksik olmaz. Nihat yaratılışta erkekler, kocasının uygunsuz sevdası yüzünden felâkete uğrayan kadınlar çoktur. Lâkin Talât Hanım derecesinde fedakâr eşler az; hele Neriman gibi nimetşinas bir hizmetçi kız, böyle bir namus incisi, bütün bütün azdır.”

Google
Amazon
HRG_KuyrukluYildiz.gif

1910

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın en bilinen romanlarından Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, 12 Nisan 1910 tarihinden itibaren Sabah Gazetesi’de tefrika edilmiştir.
1910 yılında Halley kuyruklu yıldızının dünyaya yaklaşması üzerine İstanbul’da yaşanan heyecanı eğlenceli bir dille ve toplumsal eleştirilerle zenginleştirerek aktaran Gürpınar, batıl inanışları eleştirirken, pozitif bilimin de savunmasını yapmaktadır. Toplumda yaygın kabul gören hurafeleri, yanlış bilgi ve inançları ortaya sererek bunların sebep olduğu davranışları alaycı bir şekilde dile getiren ünlü yazar, Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarparak büyük felaketlere neden olacağına inanıp büyük heyecana kapılmanın yersizliğini savunur ve “Sonsöz” de belirttiği gibi haklı da çıkar.
Bu heyecanlı dönemde tanışan yeni fikirlerle yetişmiş iki gencin, geleneklere uymayarak ve günün anlayışını kendilerince yorumlayarak bir yuva kurmaları ise romanın çatısına oturmaktadır.

“Gezegen kız kardeşleri içinde yer yuvarlağımız tam gençlik çağındadır. Her gezegenin anası; sonsuz uzayın karanlıkları ve güneşin nurları arasında şenlikle yuvarlanarak ulaştığı ömrü çok şükür bugüne kadar sağlık ve esenlikle geçirdi. Şimdi bazı kuruntulular ağır bir hastalık, daha iyimser düşünenler ise sezilir sezilmez hafif bir nezle geçireceğini haber veriyorlar.
Bundan dolayı niçin telaşlanmalı efendim? Anamız, yaratılış çağından beri uzaydaki o nazlı salınışında bu oynak, bu yoldan çıkmaya istidatlı kız kardeşlerinin böyle yaklaşan cilvelerine kim bilir kaç defa daha uğramıştır. Ama üzerinde bundan doğan bir felaket izi görmüyoruz. İnanınız ki bu sefer de yine öyle olacaktır. Ne baş ağrısı, ne nezle, hemen hiç bir şey duymayacağız. Sözlerimin ne kadar doğru olduğunu 5 Mayıs'ın ertesi günü yine şu satırlara baktığınız zaman görecek, benim şimdi yaptığım gibi siz de o zaman bol bol güleceksiniz.
“Gerçek böyledir de bu telaşlar, bu söylentiler, bu heyecanlar, hele tanınmış, büyük imzalar altındaki o ürkütücü makaleler ne oluyor?” diyeceksiniz. Ah, efendim... İnsanların gerçekleri kabul etmek için nasıl ayak dirediklerini bilirsiniz. Bu konuda size, haddim olmayarak küçük bir öğüt vereyim mi? İnsanoğullarının korktuklarından ziyade korkmadıkları şeylerden çekininiz. Ta vaaz verenlerden tutunuz da teknik bilgi sahiplerine kadar insanların bilginleri de, filozofları da öbür kardeşlerini korkutma düşkünlüğünden kendilerini alamıyorlar. Bir gerçekçi olarak böyle söylüyorum. Ama bir romancı olarak öyle demeyeceğim. Öbür meslektekiler gibi sözün yalan veya doğru olma ihtimalinden söz edeceğim ki bu da benim sanatımın hakkıdır.
Hilesini önceden meydana koyan bir hokkabaz gibi size gerçeği böyle açıkça söyledikten sonra yine korkarsanız artık kabahat bende değildir.

Google
Amazon
HRG_Sevda-Pesinde.gif

1912

Sevda Peşinde

Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın gözde temaları olan kadın-erkek ilişkileri, evlilikte eşlerin uyumu ve ihanet üzerine bir roman... Bir kadının ortadan kaybolmasıyla başlayan ve merak uyandıran bir polisiye izlenimi veren eser, giderek bir aile dramına dönüşüyor. Karakterlerin ruh hallerini en iyi şekilde yansıtmayı başaran uzun mektuplarla ilerleyen roman, hiç evlenmeyen Gürpınar’ın kaleminden evlilik felsefesine dair derin incelemeler içeriyor.

 “Bir kadının gönlüne ciddi olarak sahip ve hâkim olamadıktan sonra onu zorla, kahrederek kendinize teslim olmuş görmekte ne zevk bulunur?”

“Annemin bir emeli de beni zamanımızda kızlar için mümkün olabilecek öğrenimin son derecesine erdirmek olduğundan yaşım on ikiyi geçti, ben hâlâ mektebe devam ediyordum.”
“Kanun bir kadını bir erkeğe veriyor. Al işte bu şenindir, diyor. Fakat ötesine karışmıyor. Evlilik hayatında kadın serkeşlik eder, kocanın sahip olma haklarını tanımaz, vergilerini vermekten kaçınırsa bu davaya bir hakem tayini zor oluyor. Bu tür anlaşmazlıklar genellikle karı kocanın yatak odalarının duvarları arasında gizli kalıyor.”
“Neden perişan olacaksın? Dünyada kadın çok. Beni gönderirsen bir başkasını getirirsin. Senin gibi beyler, efendiler için kadın boşamanın hizmetçi savmadan ne farkı vardır? Birini savar, bir başkasını bulursunuz. Allah kesenize bereket versin. Paranıza güvendikten sonra size karşı, alacağınız karıların sayısını kim sınırlandırablir? Karılarınızın fikrini almak, gururlarını, onurlarını korumak gibi insanca bir zorunluluk duymadıktan sonra sürü ile karı alın, defedin... Bizim gözünüzde hayvandan ne farkımız var?”

Google
Amazon
HRG_Gulyabani_9786059111058.gif

1912

Gulyabani

Hüseyin Rahmi Gürpınar, yaşlı bir hanım okurundan gelen mektup üzerine, "cinlere, perilere ve benzeri mahlukata ilişkin hiç bir kişisel deneyimi olmamasına rağmen" okuyanları koltuğundan dşürecek, heyecanlı bir korku romanı yazmaya karar veriyor. Ünlü yazarın, halkın diline, korkularına, batıl inançlarına hakimiyeti her satırından okunan Gulyabani, bir solukta okuyacağınız romanlardan biri...

"Dinle. Mavili esvap giyme. Uçkurunu Kıble'ye karşı bağlama. Kuşağını kördüğüm etme. Yatağını duvar kenarına yapma. Akşamları saç örgülerini çöz. Gözlerini birbiri üstüne yedi defadan fazla kırpma. Seni korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarını birbirinin üstüne sürt. İki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. “Emret yâ Cin! Hazırım” diye bağır. Gönlünü ferah tut, inancın tam olsun. Bir şey olmazsın."

Google
Amazon
HRG_AskBatagi.gif

1914

Aşk Batağı

"Bir Muadele-i Sevda", Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın hiç tanımadığı bir beyden aldığı "intikamımı, ancak yaşadıklarım sizin kaleminizden çıkma bir romana dönüşürse alabilirim" diyen bir mektupla başlıyor. Eserlerinde kendini de sık sık hayali karakterlerinin yanına katan yazardan, kadın-erkek ilişkilerinin farklı bir boyutuna el atan bir roman daha. Bu kez başrollerde kendini beğenmiş bir beyzade ve toplumun ona biçtiği rollerden duyduğu bıkkınlığı intikama dönüştüren bir genç kadın var.

''Ben büyük bir aileden servet sahibi bir zatın tek oğluyum. Doğduğum gün, annemle babam için en mutlu bir gün olmuş. Beni nasıl özenle büyüteceklerini, nasıl şımartacaklarını bilememişler. Çocukluğumdan beri bir emrime yirmi kişi koşar, her sözüm olur. Vurduğum vurduk, kırdığım kırdıktır. Yaratılışım son derece hassas ve asabidir. Eğitim ve öğrenimime arzuma uygun bir biçimde özen gösterildi. İstediğimi öğrenir, istemediğimi reddederdim. Şundan bundan birer parça tahsil ettim. İşte böyle bir hava içinde yetiştirildim.
...
Dünyada bir mısraıma visalini arz etmeyecek bir kız düşünemezdim. Âlemi böyle şiirlerimin büyüsüne kapılmış, her sözümü bütün problemlerin anahtarı sayarak talihin kötü yüzünden habersiz sevda vadisine giriştim. Her arzumu yerine getiren, çabucak kollarıma düşen kızların bu tutkuları şairliğimden çok servetim için olduğunu bir zaman anlayamadım. Beş günde birinden bıkar, sevda saldırılarıma kabul kucağını açacak bir başkasını arardım. Kendi kendime derdim ki: Koklamak için bir çiçek yetseydi Tanrı gül varken sünbülü, menekşe dururken yasemini yaratmazdı.
...
İlk ikisini başımdan savdıktan sonra evlendiğim, bana bir bakışıyla "Kalbine açtığım sevda yarasını şimdi sen bir iğne deliği kadar bile hissetmiyorsun. Bak onu ben nasıl büyülteceğim. Ne derecede kana bulaşmış bir hale getireceğim. Onun şifa bulmasını sağlayamayacaksın. Bir iyileşme yolu bulamayacaksın." diyen sevgili üçüncü karım ve bendeniz Naki kulunuza ettikleri, Aşk Batağı romanında..."

Google
Amazon
HRG_Toraman2.gif

1919

Toraman

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın aile kavramını öne aldığı romanlardan biri... Kişilik özellikleri keskin çizgilerle belirlenmiş az sayıda karakterle dönemin toplumsal yaralarına parmak basan, ahlak ve namus kavramlarını insani içgüdü ve hırslarla çarpıştırarak olayların üzerine giden Gürpınar, sıkça değindiği bir toplumsal problem olan “birden fazla evlilik” ve “evlilik dışı ilişkiler” konularında yaratıcılığının sınırlarını zorluyor.

“Bazen dünyayı kendi hissimize göre tefsir eder, meyânımızın ruhumuza aksettirdiği hayalatı hakikat sanırız. Nefse aldanış aldanmaların en fenasıdır.”

 

“Büyük yalanlara inanmadıkça insaniyet için yaşamak kabil olabilir mi?”
“Dünyada iki müthiş şey vardır: Aşk ve kadın. Bütün öteki fenalıklar, cinayetler bunlardan müteferri’dir; her din erkek için meşruunun gayri suretle bir kadına takarrübü haram etmiştir. Fakat bu memnuiyeti dinleyen yar mı? Mümkün olmayan bir şeyi kim emrederse etsin beyhudedir, çünkü tabiat her şeye galiptir.”

 

“İnsan denilen mahlukun eline biraz kudret ve nüfuz geçerse kendini tabiattan kuvvetli zanneder; yemediği herze bırakmaz. Bu haddini bilmezlikten dolayı çabuk hurdahaş olur.”

Google
Amazon
HRG_Kadinlar-Vaizi.gif

1920

Kadınlar Vaizi

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1918-1920 yılları arasında Âti, İleri ve İkdam gazetelerinde yayınlanan 10 hikayesini topladığı ve adını içindeki ilk hikayeden alan bu derleme, kitap olarak ilk kez 1920 yılında yayınlandı. Günümüz değerleri çerçevesinden bakıldığında, ırkçı ve cinsiyetçi ifadelerin yoğunluğu okuru rahatsız edecektir. Gürpınar’ın hemen hemen tüm eserlerinde bağnazlık ve cahillikle alay ettiği dikkate alınırsa, dönemin toplumsal gerçeklerini ve yaygın kabul gören fikirlerini eğlenceli bir dille ele alan yazarın kimi zaman bu düşüncelerle alay etmek kimi zaman toplumsal önyargıların katılığını sergilemek için bu ifadelere yer verdiğini olasılık dahilinde tutmak gerekir.

Kadınlar Vaizi
Bu vaizci için ölen, dirilen, ayılan, bayılan kadının sayısı yok. Ama Efendi'nin bu çığırtkan renklerine mi, boyuna mı, bosuna mı, çapına mı, nesine bilinmez. Çünkü tabiat bilmeceleri içinde kadın ruhundan daha karışık bir şey yoktur.
Yankesiciler
Ah ah, biz ne budalayiz. Ne vakit aramizda bir kaşkariko var, ne için yidelum Avrupaliya ki bize bir akil oyretsin. Nah oyretti. Kiçimiza boyle koskoca bir delik açti.
Aferin Hayrullah
Sevişme, sevdalanma hep bahane. Ne renkte olursa, olsun, maksat soy üremesidir. İnsanlar, tabiatın bu üstünlüğünü aşk sanmak kuruntusuyla yaşarlar...
Menekşe Kalfa’nın Müdafaası
Bunun adına yeni felsefede hayat mücadelesi derler. Yaşamak için zayıf gördüğünün elindeki ekmeği kapmak hırsızlık değil, ustalıktır. Bunu düzeltmeye uğraşanların .aklına şaşarım. Hatta bu Dünya Harbi niçin oluyor? Azıcık düşünseniz altından hep bu mesele çıkar.
Kocası İçin Deli Divane
Bir insan samimilikle, candan sevdiği bir kimseyi sevgisinin şiddetini sebep göstererek bu derece rahatsız etmez. Edemez. Buna gönlü razı olmaz. Sevdiklerini her dakika rahatsız edecek, ıstırap verecek şekilde sevenlerin duygularında sevgiden çok bencillik vardır.
Ada Vapurunda
Vapurun, iri bir lastik torba gibi ağzı açılır. Birbiri üzerine halk içeri dökülür, dökülür, dökülür. Siz de insanlığınızdan çıkar, paket, balya gibi bir şey olursunuz. O siyah akıntının içine karıştıktan sonra artık ayaklarınızın sahibi değilsiniz. Yürümezsiniz. Sizi yürütürler. Her tarafınızdan bir muşta, bir yumruk, bir itme, bir kakmayla götürülürsünüz. İnsanoğlu denilen insan kardeşlerinizin ne kadar kaba ve hoyrat olduğunu bu geçitte anlarsınız. Anlatılmaz bir baskıyla itile kakıla nihayet kıyma makinesinden dökülür gibi hemen pelte halinde bir köşeye tıkılırsınız. Orada da bir işkence dolabı içindesiniz. Oturmak nerede, eğilmek bile elinizde değildir. Gene o siyah akıntı sizi sürükleyip köprü dubaları üstüne atıncaya kadar o acıklı halde kalırsınız.
Fırkacı
Yaratılıştan kör, topal, zeki, ahmak gelenler var. Afif Necati de partici doğmuştu. .... Bakan olmayı gözüne kestirmişti. ... İncelemeleri sonunda bu basamağa atlamak için tutunacak iki tutamak keşfetti: particilik ve gazetecilik. ... . Partinin çığırtkanları, tutanları, pohpohçuları, yardakçıları, koruyucuları, yalancı şahitleri, hık deyicileri, millete yağlı, tuzlu dolma yutturucuları kimlerdir? Parti gazeteleri...
Gazeteye arşın boyu makaleler yazardı... Bir kaşık yoğurda bir kova su katarak basın ayranı yapardı.

Google
Amazon
HRG_KesikBas.gif

1921

Kesik Baş

Dönemin toplumsal hayatına ve değerlerine dokunan bir polisiye... Yoksullukla mücadelesinde alkolü kendine eşikçi seçen Nafiz Efendi’nin kazara ortaya çıkardığı bir cinayet... İki Osmanlı zabıtası Seyit ve Remzi Efendilerin delilleri toplayışı, tanıkları ve şüphelileri sorgulamaları, elde ettikleri verilerden yaptıkları çıkarımlarla Türk polisiye tarihinin örnek eserlerinden biri olmakla kalmıyor, toplumsal değerlendirmeleriyle de dikkat çekiyor.

“Halk herhangi bir olaya merak sardırırsa onu telleyen pullayan havadis tellâlları, yalan ve kötü haberler borsası simsarları vardır. Ortaya uydurmasyondan öyle şaheserler çıkarırlar ki, halk bu aldatıcı yalanlara karşı akıl ve muhakemece en kuvvetli ve olgun olanlar bile yılda birkaç defa bu oltaların yemlerine tutulmaktan kurtulamazlar.”
“Biz sanatça o kadar ilkel ve o kadar geriyiz ki, birçok bakımdan büyüklerimizi çocuklarımızdan ayırt edemeyiz. Vara güleriz, yoğa güleriz, işte onun için bizde mizah gazetesi çıkarmak, Yenicami mektubu yazmak kadar kolaydır. Çocuk avutur gibi ceee deseniz okuyucuları kahkahadan bayıltırsınız. Güldürmenin bizde sanatla, fenle hiçbir ilişkisi yoktur. Bunun içindir ki, en kaba, ümmi adamlara komiklik rütbesi veririz. En kaba, iğrenç sözleri tuhaflık sanırız. Saf adamların bir kere gülme damarları sarsıldı mı artık ağlanacak şeylere de gülerler.”

Google
Amazon
HRG_DirilenIskelet_9786059111034.gif

1923

Dirilen İskelet

Birinci Dünya Savaşı yıllarında, mehtaplı güzel bir gecede, İstanbul'dayız. Kahramanlarımız mirasyedi Tayfur bey ve Doktor Ferhat Bey, dini ve toplumsal değerlerin tabu saydığı mezarlıklara gizemli ziyaretler gerçekleştiriyorlar. Eğitim, sosyal statü ve ekonomik olarak onlara yaklaşamasalar da, kendilerini toplumun aristokrat kesiminden sayan üç arkadaşın dikkatini çeken bu durum, mezarlıklarda dolaşmalar, tabular, batıl korkularla süsleniyor. Müezzin Efendiler, Bacı Kalfalar, kimi batılı eğitim almış hafifmeşrep, kimi doğunun gizemlerine ve ruhani dünyasına hakim genç kızların da katılımıyla ilginç bir kadroya kavuşan roman, Gürpınar'ın doğu ve batı karşılaştırmaları, batıl ve bilimsel yaklaşımı benimseyen farklı iki kültüre getirdiği eleştirileri ile ilginç bir karışım sunuyor.

“Asırlık serviler rüzgârdan hazin nevhalar koparıyor, surun yıkık burçlarından baykuşlar gülüyor, nereden geldikleri belirsiz daha başka ıslık, inleme, hişt, pist gibi esrar dolu sesler duyuluyormuş. Nihat Bey mürekkep koyuluğuyla taşları örter zifirî karanlığa bakmış, mezarlığın muhtelif perdelerdeki sözcülüğünü dinlemiş, garip bir tevahhuşla titremiş. Fakat büyük bir metanet göstermeye uğraşarak, gecenin bu korkunç esrarını görmek için bisikletinin karpitli fenerini yakmış, önüne tutmuş, servilerin kımıldayan gölgelerine karışarak bazı hayalâtın cilvelendiğini ve insanla canavar arasında zebaniye benzer şekillerin dansettiklerini görmüş. Pek fena korkmuş.”

"Karşımızda bir şeyler cilvelenip duruyor. Biz bunların mezarlardan çıkma mahlûkat olduklarına inanmıyoruz. Haydi bu safdilliği kabul etmeyelim. Fakat şu gördüğümüz şeylere doğru bir mâna da verebiliyor muyuz? Meçhul faraziyeler içinde yüzüyoruz. Size soruyorum ki burada niçin bekliyoruz? Mütecessit ruhların veyahut o nama hareket edenlerin fotoğrafilerini almak için mi? Yoksa onları kızdırıp kendimize hücum ettirmek için mi? Böyle bir hücum vukuunda kendimizi herhangi bir silâhla müdafaa edebilmek için muhacimlerin ne hilkatte, ne tabiatta şeyler olduklarını bilmemiz lâzım gelir. Şimdi üzerime bir iskelet atılıp da beni kefenli vücudunun altına alsa onun bilmem kaç mafsallı kemikten parmaklarıyla boğazımı sıkmasına hacet kalmadan korkudan ben ölür giderim. Bu musaraadan sağ çıkacak içimizde bir babayiğit göremiyorum. Hepimiz ayni hale uğrarız."

Google
Amazon
HRG_EfsuncuBaba_9786059111041.gif

1924

Efsuncu Baba

Batıl inanışları mercek altına alan, eleştirmeye bile tenezzül etmeden, sadece gerçek hayattan, hepsi birbirinden saçma örnekler vermekle yetinen çok eğlenceli ve ibretik bir roman...

“Ebülfazıl Enverî için bu dünyada olup biten her hareketin uğurlu, uğursuz olmak üzere iki anlamı vardır. Rüzgârın uğultusu, ağaçları kımıldatması, bir kuşun ötüşü, kapı gıcırtısı, köpek havlaması ve bütün bu çeşit sesler, kımıldanışlar hayır, ya da şerden haber veren birer faldır. İnsan uğursuzluklardan kaçıp rahat yaşayabilmek için doğanın bu uyarmalarını anlayarak her işini ve davranışını uğur çerçevesine uydurmaya çalışmalıdır. Yoksa perişan olur... Enverî, yatakta gözlerini açınca sabaha özgü duayı okur. Sağ tarafından kalkar. Önce sağ adımını atar... Her eşyanın herhangi bir yere konuluşunda gözetilecek uğurlar, uğursuzluklar vardır. Kulplu, köşeli şeyler hep kıbleye çevrilecek. Maşa hiç bir vakit dikliğine konmayacak. Tencereler, leğenler yüz üstü kapatılmayacak. Odalarda, mutfakta eşyanın yerleştirilmesi öyle özel bir düzen ve kanuna bağlıdır ki her ne zaman buna aykırı davranılsa evin efendisi, bunu hoşgörenin başına kıyametler koparır... Her işin dakika ve saniyesiyle günü, saati gözetilir. Kimi kez en gerekli işler -uğurlu saate rastlamamasından dolayı- haftalarca, aylarca ertelenir.”

Google
Amazon
bottom of page